Durdu. Olduğu yerde kalakaldı.Yolun ortasında küçük bir kedi yavrusu sağanak yağmurun altında miyavlıyordu. Bu kadar yağmura karşın trafik yoktu. İstanbul sessizdi bugün ona karşı. Küçük kedi bağırdıkça içinden bir şeyler koptu. İçindeki ses gibi çığlık atıyordu.Yardım istiyordu besbelli.Ya da onun gibi ölmeyi düşünüyordu. Nasıl yardım eden olmayacaktı, ölüme karşı bir yakarıştı. Ölüme direniş ya da ölümü
kabullenme. Küçük kedi kadar cesareti yoktu ama. Yolun ortasında kalmışken bukadar sesi çıkar mıydı onun? Belki susardı korkusundan, sadece bir arabanın gelip acısız onu öldürmesini mi beklerdi. Kaç aylıktı acaba bu kedi? Bu kadar küçükken bu kadar cesaret. Peki 50 yıldır aynı cesareti gösterebiliyor muydu? Hele ki bir kadın olarak. Kadın olmanın zorluğu kadın olmanın getirdiği her olumsuzluğa bu kadar cesaretle yaklaşabilmiş miydi? O gün ona sessiz olan İstanbul, bu kediyi yalnız bıraktığı gibi onu da bırakmıştı yalnız. Küçük kedi
hala yolun ortasında bağırıyordu, ya bir araba gelseydi. Ya gelse, ya gelse? Bu düşünceyle uzaktan bir araba gördü, hızla yaklaşıyordu minik kediye. Koşarak yolun ortasına gidip küçük kediyi kaptı. Kollarının arasına aldı. İstanbul kucaklamamıştı onu böyle. Islanmış, üşümüş miniği kollarının arasında ısıtmaya çalıştı. Yağmur şiddetini artırıyor, yavaş yavaş yoldaki araç sayısı da artıyordu. İstanbul’un sessiz , yağmurlu gününe trafik eşlik etmeye başlamıştı. Minik kediyle sahilde bir bankta kalmışlardı. Her zamanki günlerden biriydi aslında. Bir detay vardı ki, bu minik detay ona yıllardır eksik kalan cesaretiyle yüzleşmesine sebep oluyordu. Sahilde bir kedi yavrusuyla, sağanak yağmurda, ömrünün 50 senesini bir kenara bırakmış halde, hayata sorular sormaya başlamıştı. Ne zaman böyle olmuştu? Ne zaman ölmekle yaşamak arasındaki çizgide zamanını geçiriyordu.Verdiği mücadelelerin sonunda bu kadar güçsüz ve yalnız mı olmak zorundaydı? ”Neden” sorusunu kendine uzun zamandır sormamıştı. Gene korkuyordu belki de. Sorulardan çok cevaplarından, cevaplarının verdiği acıdan, huzursuzluktan korkuyordu. Hayatta açtığı her kapının bir korku filmi edasıyla arkasından kapandığını görmek cesaretsizliğinin en büyük sebeplerinden biriydi. Yetersizdi, kucağından ki minik kediden de yetersizdi hayata karşı. O en azından çığlık atıp bağırıyordu sebebi belli olmadan. Sebebi çok bilinen gibi gözüken ama aslında ondan başka kimsenin bilmediği bir sebep. Sebebi sadece o küçük kedi biliyordu. Herkesin kendine ait bildiği sebepleri vardı ya hani, işte kendinde o sebepler yoktu artık. Tıpkı soruların cevaplarından kaçtığı gibi sebeplerden de kaçıyordu. 50 sene geçmişti kaçabilirdi artık. Kaçmadığı tek şey ölüm, kaçamadığı tek şey ise hayattı. Ölüme yakalanmak istiyordu hayata tutunmak yerine. Ona göre olağandı bu, başkalarına göre ise kolayı seçiyordu. Umurunda mıydı sanki kolayı seçmek. Bir şey seçmek bile aslında ona göre gereksizdi. Seçmeye ne gerek vardı. Her şey bir şekilde rayına girer, olurdu. Ama hayat denen saçmalık devamlı seçimler yapman için önüne bir şeyler getiriyordu. 50 senedir çok sıkılmıştı. Aslında ilk başlarda bu sıkılganlık yoktu. Mücadele etti uğraştı, yaşadığı ülkeye anlatmaya çalıştı her şeyi. Ama kadındı ya hani. Kadın olunca elinin tersiyle itiyorlardı ya düşüncelerini, ya da erkekleştirip o düşüncelere öyle paye veriyorlardı. O salt kadın olmak istedi. Beyni, zihni, düşüncesi, bedeni, duygusu kadın olsun, kadın olanda bunu özgürce yaşasın istiyordu. Ve şimdi pes etmiş halde, kucağında bir kedi yavrusuyla, körelen cesareti ve umudunun ardından kalanlarla hayata devam ediyordu.
Kucağındaki kedinin kalp atışlarındaki telaş da yağmur gibi dindi. Trafiğin kilitlenme noktası geçmiş, geriye yerde su birikintileri kaldı. Yavru kedi ise bulduğu yumuşak kucakta uykuya daldı. İstanbul’un sessizliği biraz da sakinlik getirdi her ikisine de. İstanbul’u izliyordu oturduğu yerden. İstanbul’a bir bir anlatıyordu kafasından geçenleri. Aslında hiçbir şey istediği gibi olmamıştı bugüne kadar. Bir tek burada yaşamak istemişti ve olmuştu. Şimdi ise yaşadıklarını tartacak durumda bile değildi. İşte gene o cesaret, kucağındakinin içinde olan ama kendine bir türlü bulamadığı cesaret. Sebepsiz ağlamalar gibiydi bütün yaşadıkları. Verdiği mücadelelerin sonuçlanmaması ise gözyaşlarından arta kalanlardı.”Neden” sorusundan kaçtığı gibi “nasıl” sorusundan da kaçıyordu genelde ama sorabildi kendine. ”Nasıl olmuştu bütün
bunlar”. Kadın olarak özgürce yaşayabilmenin her türlü mücadelesini verip de sonuç alamadıktan sonra mı? Yoksa kendi yarattığı küçücük dünyasının artık ona yetmediğini anlamasından dolayı mı? Ne olduğunu tam olarak bilemiyordu. Belki de hepsinin etkisi vardı. Ama bildiği tek şey artık hayatın onun için akıp gitmediğiydi. Hayat sadece akıyordu ama sanki onun için olan kısmı akmıyordu. Bekliyordu. Zaman geçiyordu ama şartlar değişmiyordu. Duygular yok oluyordu. Kucağındaki bu kedi yavrusu içinde böyle mi olacaktı acaba? Şimdi sesi çıkıyordu bir cesaret yolun ortasında çığlık atıyordu. Susup ölüme teslim olmuyordu. Sokaklarda yaşayacaktı, dayak yiyecekti. Hatta şartlara uyum sağlayıp kendi de birilerini dövecekti, savaşacaktı. Yemek bulmak için çöpleri karıştırıp, evlerin kapısında acı acı miyavlayacaktı. Belki başka kedilerin bulduğu yiyecekleri çalacaktı ya da yemek adına gene savaşacaktı. Sokakta yaşamaya ayak uyduracak, alışacak, hayata tutunacaktı ama bir gün bıkarsa onun gibi. Artık ne bir şey için savaşmak istiyorum, ne hayatta kalmak için yemek aramak istiyorum ne de yağmurdan soğuktan korunmak için kendime bir barınak aramak istiyorum. Sokakta yaşamakla mücadele etmekten bıktım diyecekti belki bir gün. Belki bir gün bugünkü o yola kendi istediği ile gidecek, sesini çıkarmadan dikkatsiz bir sürücünün hayatına son vermesini bekleyecekti. Ya bu yavru kedi bu hale gelirse diye düşündü. Ya bir gün umudunu benim gibi kaybederse?
Yağmurun yerini yavaş yavaş güneş aldı. Kucağındaki minik güneşin parıltıları ile uyandı, gerindi. Küçük patilerini ona doğru uzattı. Cesaret dolu yavru kediyi yeni eviyle tanıştırmak üzere banktan kalktı.
2009.